https://islamansiklopedisi.org.tr/heva
Sözlükte “istek, heves, meyil, sevme, düşme” gibi anlamlara gelen hevâ kelimesi terim olarak “nefsin, akıl ve din tarafından yasaklanan kötü arzulara karşı olan eğilimi” yahut “doğruluk, hak ve faziletten saparak haz ve menfaatlere yönelen nefis” mânasında kullanılmıştır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “hvy” md.; et-Taʿrîfât, “el-hevâ” md.; Tehânevî, Keşşâf, II, 1543; İbnü’l-Hatîb, I, 339-340).
Câhiliye döneminde genellikle “nefsin tutkusu”, özel olarak da “aşk” anlamında kullanılan hevâ (meselâ bk. Antere, s. 103, 119, 190) iyi yahut kötü her türlü istek ve arzuyu da ifade ediyordu. Nitekim Câhiliye şairi Teebbeta Şerran bir yakınını överken, “O başına gelen felâketten pek şikâyetçi olmaz, hevâsı da çoktur” diyordu (A‘lem eş-Şentemerî, I, 256). Buna karşılık Muʿallaḳa sahibi Hâris b. Hillize, “Sözleşmede yer alanları hevâlar nasıl bozar?” (Zevzenî, s. 233); diğer bir Muʿallaḳa şairi Lebîd b. Rebîa da, “Onlar şereflerini kirletmezler, işleri de lekeli olmaz; çünkü akılları hevâlarıyla birlik olup sapmaz” (a.g.e., s. 160) derken hevâyı ahlâka ve akla aykırı davranışların kaynağı olarak göstermişlerdir. İslâmî dönemde kelimenin bu olumsuz anlamda kullanımı yaygınlık kazanmıştır. Zebîdî’nin kaydettiğine göre (Tâcü’l-ʿarûs, “hvy” md.) İbn Sîde, aslında hevânın hem iyi hem de kötü istekleri kapsadığını, ancak pratikte kötülük anlamı taşıdığını, iyi isteklerin ifade edilmesi için “güzel hevâ” yahut “doğruya uygun hevâ” gibi bir niteleme ile birlikte kullanılması gerektiğini belirtir.
Kur’ân-ı Kerîm’de hevâ kelimesi, hepsi de olumsuz anlamda olmak üzere on âyette tekil, on sekiz âyette çoğul (ehvâ) olarak geçmektedir. Hadislerde de aynı mânada sıkça kullanılmış, hadis mecmualarında bu konuyla ilgili özel bablar açılmıştır (bk. Dârimî, “Muḳaddime”, 30, 35; Buhârî, “Aḥkâm”, 16; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 2, 3, “Edeb”, 116). Bazı hadis ve haberlerde ise hevâ kelimesi olumlu veya olumsuz bir değer ifade etmeksizin “arzu, istek, niyet” anlamında yer almaktadır (meselâ bk. Müsned, II, 34, 97; Dârimî, “Muḳaddime”, 30; Buhârî, “Tefsîr”, 33/7, “Nikâḥ”, 29).
Kur’an’da, bayağı arzularına esir olan insan “hevâsını tanrı edinen” diye tanıtılmış (el-Furkān 25/43; el-Câsiye 45/23) ve hevâ başlıca sapıklık sebeplerinden biri sayılmıştır. Gazzâlî bu âyeti yorumlarken ilâh kelimesinin “mâbud” anlamına geldiğini, mâbudun da “buyruğuna uyulan” demek olduğunu, buna göre davranışlarında hevâya uyup bedenî arzularının peşinden koşanların hevâlarını ilâh edinmiş sayılmaları gerektiğini ifade eder (İḥyâʾ, III, 28; Mîzânü’l-ʿamel, s. 59). Hevâlarına uyanlar tam bir sapıklığa düştükleri gibi (el-Câsiye 45/23) bunların peşinden gidenler de Allah’ın yolundan saparlar (el-Mâide 5/77; el-En‘âm 6/56). Müminler, çeşitli âyetlerde hem kendi hevâlarına hem de kâfir, zalim, hak yoldan sapmış, kalpleri mühürlenmiş kimselerin hevâlarına uymaktan menedilmiştir (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “hvy” md.; M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “hvy” md.).
Kur’ân-ı Kerîm’de hevâya uyma yasaklanırken (el-Bakara 2/120) hevânın olumsuz arzu ve eğilimlerden ibaret olduğuna dikkat çekilmiştir. Hz. Peygamber’den övgüyle söz eden âyetlerin birinde, “O hevâsına göre konuşmaz; onun konuşması vahiyden ibarettir” denilmektedir (en-Necm 53/3-4). Mü’minûn sûresinin 70-71. âyetlerinde Resûl-i Ekrem’in insanlığa gerçeği getirdiği, insanların çoğunun ise gerçekten hoşlanmadığı ifade edildikten sonra, “Eğer hak onların hevâsına uysaydı gökler, yer ve bunlarda bulunanların düzeni bozulurdu” buyurulmuştur. Nisâ sûresinin 135. âyetinde her durumda adaleti ayakta tutmayı emreden ifadenin ardından gelen, “Hevânıza uyarak sapmayın” buyruğu da adaletin mutlak oluşuna karşılık hevâların değişkenliğini gösterir.
Zâhid ve sûfîlerin hevâ ile ilgili uyarıları tasavvuf literatüründe önemli bir yer işgal ettiği gibi hemen her zâhid ve sûfî, hevâyı kendi dinî ve ahlâkî hayatı için en büyük tehlikelerden biri olarak görmüştür. Tasavvufî hayatın en önemli ilkeleri olan riyâzet ve mücâhedenin temel amacı nefsi her türlü bedenî ve dünyevî tutkulardan arındırıp mânevî hazlara yöneltmektir (Kuşeyrî, I, 266-267). Tasavvuf ahlâkının ilk ve seçkin temsilcilerinden olan Hâris el-Muhâsibî, “Sana düşmanın olan şeytandan neler gelirse hepsi nefsinin hevâsı aracılığı ile gelir” der (er-Riʿâye, s. 325). Bu düşünce diğer bütün mutasavvıflarca da benimsenmiştir (meselâ bk. Hücvîrî, II, 439; Gazzâlî, İḥyâʾ, III, 45-48). İlk zâhidlerden Ebû Süleyman ed-Dârânî, nefsin hevâsına uymamayı en faziletli amellerden sayarken (Sülemî, s. 81) Sehl et-Tüsterî, nefsin bayağı isteklerine karşı koymaktan daha üstün bir kulluk bulunmadığını söylemiştir (Kuşeyrî, I, 351). Hücvîrî de temel sıfatının hevâ olduğunu söylediği nefse karşı gelmeyi bütün ibadetlerin başı ve ahlâkî çabaların en değerlisi olarak nitelendirmiştir (Keşfü’l-maḥcûb, II, 427, 430). Aynı mutasavvıf insanların tutkularını ikiye ayırır. Bunların ilki lezzet ve şehvet hevâsı yani cinsî arzu, yeme içme arzusu gibi bedenî istek ve tutkular, diğeri de halkın gönlünde mevki kazanma ve reislik hevâsıdır. Özellikle ikincisi, hem ona müptelâ olanları hem de müptelâ olan kimseye saygı duyup peşinden gidenleri saptırdığı için tehlikelerin en büyüğüdür (a.g.e., II, 438-439). Gazzâlî’nin İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’inde hevânın bu iki çeşidiyle ilgili olarak yaptığı tahliller (bk. özellikle III, 79-106, 274-325), hem tasavvuf literatüründe hem de genel olarak İslâm düşüncesinde hiçbir zaman aşılamamıştır.
Sûfîler arasında hevânın iyi olan bir türünden söz edenler de vardır. Necmeddîn-i Dâye, felsefî gelenekte çoğunlukla “iffet” terimiyle ifade edilen ölçülü şehvet yerine “mutedil hevâ” tabirini kullanmayı tercih eder ve insanların zararlı şeylerin defi için itidal derecesinde gazap duygusuna muhtaç olmaları gibi menfaatlerin celbi için de aynı derecede bir hevâ duygusu taşımaları gerektiğini belirtir (Mirṣâdü’l-ʿibâd, s. 178-182). Muhyiddin İbnü’l-Arabî de “nefsânî istekler” anlamındaki hevâyı yermekle birlikte Allah sevgisinin derecelerinden söz ederken bu sevginin en alt derecesi için hevâ, en yüksek derecesi için aşk terimlerini kullanır (el-Fütûḥât, IV, 259). Ona göre Kur’an’da yerilen hevâ avamın istekleridir; gerçekte ise hevâ âriflere, irade avama aittir (a.e., IV, 428).
İslâm ahlâkı literatüründe hevâ konusu özellikle Ebû Bekir er-Râzî’den itibaren geniş ilgi görmüştür. eṭ-Ṭıbbü’r-rûḥânî adlı eserinin ilk iki bölümünü (Resâʾil felsefiyye, s. 17-32) aklın önemi, hevânın yerilmesi ve akıl-hevâ çatışması gibi konulara ayıran Râzî hissî, tabiî ve hayvanî arzulardan ibaret olduğunu söylediği hevâyı aklın karşıtı olarak göstermiş ve bu konuda sonraki ahlâkçılara ışık tutacak görüşler ortaya koymuştur. Onun, hevâyı insanın yapısından gelen arzu ve ihtiraslar diye niteleyen ve konuyu akıl-hevâ çatışması şeklinde ele alarak yüksek bir ahlâka ulaşmak için hevâyı baskı altına almak ve her durumda aklın buyruklarına uymak gerektiğini savunan görüşleri, beşerî aşk hususundaki olumsuz tavrı, hevâ ve aşk kavramlarının anlam ilişkisi (a.g.e., s. 39-40), aklın buyruğu ile hevâdan kaynaklanan yargıların birbirine karışabileceği endişesi ve bunları ayırt etmenin ölçülerine dair verdiği bilgiler (a.g.e., s. 88-91) kendisinden sonra da genel kabul görmüştür. Meselâ Mâverdî de Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn adlı eserine akıl-hevâ çatışmasını inceleyen bölümle başlar (s. 19-40). Ancak Mâverdî, Râzî’den farklı olarak konuyu âyet, hadis ve diğer dinî ve edebî literatürle zenginleştirmiştir. Râgıb el-İsfahânî’nin eẕ-Ẕerîʿa ilâ mekârimi’ş-şerîʿa adlı eseri ve Gazzâlî’nin Mîzânü’l-ʿamel’i de aynı yaklaşımı sürdüren örneklerdendir. Bu iki eserde de aklın karşısına konulan beşerî istek ve tutkuların hepsine birden hevâ adı verilmiş, aklın melekten, hevânın şeytandan destek aldığı ifade edilmiş, aklın buyruğu ile hevânın istekleri arasında ayırım yapmanın her zaman kolay olmadığına dikkat çekilerek bu hususta bazı ölçüler verilmiştir. Bu arada İbrâhîm sûresinin 24. âyetindeki “güzel ağaç”la aklın, “çirkin ağaç”la da hevânın kastedildiği, böylece âyette aklın faydalarıyla hevânın zararlarına işarette bulunulduğu belirtilmiştir. Yine bu eserlerde hevâya karşı koyma hususunda insanlar başlıca üç sınıfa ayrılmıştır. Hevâsına yenik düşenler ilk sınıfı, akıl ve iradelerini kullanarak hevâlarına karşı sürekli mücadele verenler ikinci sınıfı, hevâlarına hiç uymayanlar da üçüncü sınıfı oluşturur. Yalnız peygamberlerle velîler üçüncü mertebeye ulaşabilir (eẕ-Ẕerîʿa, s. 101-110; Mîzânü’l-ʿamel, s. 59-62). Gazzâlî bu son mertebeyi “en büyük güç, peşin nimet, tam hürriyet ve kölelikten kurtuluş” olarak değerlendirir (a.g.e., a.y.). Hevânın esaretinden kurtulmanın gerçek hürriyet sayılması, başta sûfîler olmak üzere bütün İslâm ahlâkçılarının ortak görüşüdür (Çağrıcı, s. 30-31). Dinin, belirli zaruretlere bağlı olarak verdiği ruhsatların istismar edilebileceğinden kaygı duyan Gazzâlî, bu istismarın sebebi olarak da hevâ ve şehvet kelimeleriyle ifade ettiği nefsânî arzu ve ihtirasları gösterir ve insanoğlunun yaşadığı sürece kötü arzularının baskısından kurtulamayacağını söyler (Mîzânü’l-ʿamel, s. 166-171).
Hevâyı şehvetin eş anlamlısı gibi kabul edenler varsa da Râgıb el-İsfahânî bu iki terim arasında önemli bir fark bulunduğu görüşündedir. Ona göre şehvetin biri iyi, diğeri kötü olmak üzere iki çeşidi vardır. Bunların ilki ilâhî bir fiil olup insan nefsinin bedene fayda sağlayan şeyleri elde etme gücüdür; diğeri de insanî eylemlerin ürünüdür ve nefsin bedenî lezzet sağlayan şeylere kapılmasıyla meydana gelir. Düşünme yeteneğini kendisine bağımlı kılan bu şehvete hevâ denir. Sonuç olarak düşünme cehdi aklın kontrolünde işlediğinde iyilik ve güzellikler üretir, hevânın etkisine kapıldığında ise kötülük ve çirkinlikler doğurur (eẕ-Ẕerîʿa, s. 108-109). Aynı açıklamaları Gazzâlî de tekrar eder (Mîzânü’l-ʿamel, s. 62). Ancak Gazzâlî, kelimelerden ziyade onlara yüklenen anlamların önemli olduğunu düşündüğü için özellikle İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn’in III. cildinde bu iki kelimeyi eş anlamlı olarak kullanmış ve daha çok şehvet kelimesiyle ifade ettiği bedenî ve dünyevî tutkularla ilgili geniş tahliller yapmıştır.
Hadis, akaid, kelâm ve mezhepler tarihi literatüründe, genellikle sünnet çizgisinden saparak inanç ve davranışları beşerî görüş ve arzular doğrultusunda oluşturma eğilimleri için “ehvâ”, bu eğilimleri birer akım haline getirenler için de “ashâbü’l-ehvâ” (Dârimî, “Muḳaddime”, 35) ve daha çok “ehl-i ehvâ” tabirleri kullanılmıştır (bk. EHL-i EHVÂ).
BİBLİYOGRAFYA
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “hvy” md.
a.mlf., eẕ-Ẕerîʿa ilâ mekârimi’ş-şerîʿa (nşr. Ebü’l-Yezîd el-Acemî), Kahire 1405/1985, s. 101-110.
et-Taʿrîfât, “el-hevâ” md.
Tâcü’l-ʿarûs, “hvy” md.
Tehânevî, Keşşâf, II, 1543.
Wensinck, el-Muʿcem, “hvy” md.
M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “hvy” md.
Müsned, II, 34, 97.
Dârimî, “Muḳaddime”, 30, 35.
Buhârî, “Tefsîr”, 33/7, “Nikâḥ”, 29, “Aḥkâm”, 16.
Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 2, 3, “Edeb”, 116.
Antere, Dîvân, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), s. 103, 119, 190.
Hâris el-Muhâsibî, er-Riʿâye li-ḥuḳūḳıllâh (nşr. Abdülkādir Ahmed Atâ), Beyrut 1405/1985, s. 325-327.
Ebû Bekir er-Râzî, Resâʾil felsefiyye (nşr. P. Kraus), Kahire 1939, s. 17-32, 39-40, 88-91.
Sülemî, Ṭabaḳāt, s. 81.
Mâverdî, Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, Beyrut 1978, s. 19-40.
Kuşeyrî, er-Risâle, I, 266-277, 351.
Hücvîrî, Keşfü’l-maḥcûb (trc. İs‘âd Abdülhâdî Kındîl), Kahire 1395/1975, II, 427, 430, 438-441.
A‘lem eş-Şentemerî, Şerḥu Ḥamâseti Ebî Temmâm (nşr. Ali el-Mufaddal Hammûdân), Beyrut 1413/1992, I, 256.
Zevzenî, Şerḥu’l-Muʿallaḳāti’s-sebʿ, Beyrut, ts. (Mektebetü dâri’l-beyân), s. 160, 233.
Gazzâlî, İḥyâʾ, III, 28, 45-48, 79-106, 274-325.
a.mlf., Mîzânü’l-ʿamel, Kahire, ts. (Mektebetü’l-Cündî), s. 59-62, 166-171.
İbnü’l-Arabî, el-Fütûḥât, Kahire 1293, IV, 259, 428.
Necmeddîn-i Dâye, Mirṣâdü’l-ʿibâd, Tahran 1352, s. 178-182.
İbnü’l-Hatîb, Ravżatü’t-taʿrîf (nşr. Muhammed el-Kettânî), Beyrut 1970, I, 339-340.
Mustafa Çağrıcı, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, İstanbul 1989, s. 30-31.