- 1/3Müellif: İSMAİL DURMUŞBölüme GitSözlükte “bir yeri yürümek suretiyle geçmek, yol katetmek” anlamındaki cevz (cevâz) kökünden isim veya masdar olan mecâz kelimesi “asıl mânasından alı...
- 2/3Müellif: FERHAT KOCABölüme GitFIKIH. Belâgatın bir dalını teşkil eden ve bir anlamı değişik yollarla ifade etmenin usul ve kurallarından bahseden beyân ilminin konusu olmakla birli...
- 3/3Müellif: MUSTAFA İSMET UZUNBölüme GitTÜRK EDEBİYATI. Mecaz, Türk belâgatında kelimelerin mânalarına dayalı edebî sanatların en önemli ve yaygın olanıdır. Bu konuyla ilgili olarak kelimele...
https://islamansiklopedisi.org.tr/mecaz#1
Sözlükte “bir yeri yürümek suretiyle geçmek, yol katetmek” anlamındaki cevz (cevâz) kökünden isim veya masdar olan mecâz kelimesi “asıl mânasından alınıp ilgili bulunduğu başka bir mânaya nakledilen lafız” demektir. Mecaz masdarı ism-i fâil anlamında “asıl mânasından başka anlama geçen lafız” veya ism-i mef‘ûl anlamında “asıl mânasından başka mânaya nakledilen lafız” olarak iki şekilde yorumlanmıştır. Mecaz ile hakîkat hem sözlük hem terim anlamları bakımından birbirinin karşıtı durumundadır. Çünkü hakikat sözlükte “kendi yerinde duran veya sabit bırakılan nesne (kelime)” mânasına geldiği gibi terim olarak da gerçek anlamında kullanılan lafzı ifade eder. Mecazın sınırlarını ve dolayısıyla tanımını belirleyen temel unsurlar Hatîb el-Kazvînî ile tamamlanmış olup (el-Îżâḥ fî ʿulûmi’l-belâġa, s. 392-396) ondan önceki dilcilerce yapılan mecaz tanımlarında bu unsurlar eksiktir. Buna göre mecazın tam tanımı, “hakikat mânası ile nakledilecek mâna arasında bulunması gereken bir alâka ve hakikat anlamının kastedilmesine engel olan bir karînenin bulunması halinde ortak bir iletişim dilinde konulduğu anlamının dışında kullanılan lafız” şeklinde olmalıdır. Tanımdaki “ortak iletişim dili”nden maksat lugat, örf veya din dillerinden biridir.
Hakikatle mecazın belirleyicisi kullanımdır. Bir kelime yahut ifade bir kullanım içinde konulduğu anlama delâlet edip etmemesine göre hakikat veya mecaz adını alır. Meselâ “salât” kelimesinin din dilinde konulduğu (hakikat) anlamı “belli erkân ve şartlarla eda edilen ibadet”tir. Kelime dinî literatürde bu anlamıyla kullanılırsa hakikat, aynı literatürde “dua” anlamında kullanılırsa mecaz konumunda bulunur. Buna karşılık salâtın sözlükte konulduğu anlam “dua” olduğundan bu literatürde “ibadet” mânasında kullanılırsa mecaz olur.
Hakikatle mecaz lugat, din, avam örfü (günlük iletişim dili) ve havas örfü (bilim dili) kısımlarına ayrılır. Bir kelimenin bu dillerden birindeki yaygın anlamı o dildeki hakikat mânası, bunun dışındaki anlamı ise mecazi mânasıdır. Meselâ “fiil” kelimesi lugatçıların dilinde “işlemek, yapmak, iş” anlamında kullanılmışsa lugavî hakikat, kelime çeşidi (fiil) olarak kullanılmışsa lugavî mecaz olur. Nahiv âlimlerinin dilinde “fiil” anlamında kullanılırsa havas örfü hakikati, “iş ve işlemek” anlamında kullanılırsa havas örfü mecazı olur. Aynı şekilde sıfat, izâfet, istisna kelimelerinin sözlük anlamları ile nahivcilerin dilindeki hakikat anlamları, yine zekât, hac, iman, İslâm, küfür kelimelerinin sözlüklerdeki gerçek anlamları ile din dilindeki gerçek anlamları ve buna bağlı olarak mecazi anlamları farklıdır.
Mecazla hakikat bir delâlet kategorisi olup lafzî delâletin kapsamına dahildir. Delâlet bir şey hakkındaki bilginin başka bir şeyin bilgisine ulaştırması demektir. İlk bilgiye “dâl” (dâll), ulaşılan bilgiye “medlûl” denir. Lafızla anlamı arasındaki bilgi akışına “lafzî delâlet” adı verilir. Lafzın kendisi dâl, anlamı medlûldür. Delâlet vaz‘î (mutabakat), tazammunî ve iltizamî olmak üzere üçe ayrılır. Bir lafzın bir ifade ve kullanımda lugat, din veya örf dillerinden birinde konulduğu anlamı bütün unsurlarıyla belirtmesine “vaz‘ delâleti”, bir kısmını bildirmesine “tazammun delâleti”, konulduğu anlamla zorunlu olarak bağlı bulunduğu başka bir anlam bildirmesine “iltizam delâleti” denir (Zemlekânî, s. 98). Cüz’î veya zorunlu anlamların tayininde zihin etkin rol oynadığı için son iki nevi aklî delâlet kategorilerinden kabul edilmiştir. Hakikat vaz‘î delâletin, mecaz tazammunî, kinaye ise iltizamî delâletin kapsamına girer.
Bir mecaz mecaz olarak kullanılan kelime (terkip), gerçek anlam, mecazi anlam, alâka ve manî‘ karîne olmak üzere beş temel unsurdan oluşur. Mecazın gerçekleşebilmesi için hakiki anlamdan mecazi anlama nakil ve ikisi arasında alâka (münasebet/ittisâl/ilinti) şarttır. Alâkanın bir benzerlik olması halinde bu mecaza “istiare”, benzerlikten başka bir alâka söz konusu ise “mecâz-ı mürsel” denir. İstiaredeki alâkaya “mânevî ittisâl”, mecâz-ı mürseldekine “sûrî ittisâl” adı verilir. Ayrıca mecazda nakledilen şeyin lafız veya mâna olduğu yolunda iki ayrı tez mevcuttur. Yukarıda verilen mecaz tanımına göre anlamlar sabit olup lafızlar hakiki mânalarından mecazi mânalarına nakledilmektedir. Birden çok anlama gelen müşterek lafızlar mecaz sayılmaz. Zira bu mânalardan her biri gerçek (vaz‘î) olup aralarında nakil diye bir şey söz konusu değildir. Gerek mürtecel gerekse menkul özel isimlerde nakil şartı bulunmakla birlikte alâka şartı mevcut olmadığı için bunlar mecaz sayılmaz. “Kaya” anlamında cins ismi olan “hacer” kelimesini birine özel isim olarak nakletmek (menkul özel isim) mecaz sayılmaz, çünkü kelimenin gerçek anlamı olan kaya ile kendisine ad olarak nakledilen insan arasında mâkul bir alâka mevcut değildir. Karîne bir iş ve meselenin anlaşılıp çözülmesine yarayan ipucu demektir. İbare içinde yer alan bir kelime veya ifade kelimenin gerçek anlamda kullanılmasına engel teşkil eden bir karîne olabilir. Buna “karîne-i lafzıyye” denir. Kullanım yerine göre akıl, örf ve durum da gerçek anlamın kastedilmesine mâni bir karîne teşkil edebilir. Kelime ve ifadenin gerçek anlamı akıl, örf, durum ve bağlam (konteks) itibariyle imkânsız olabilir. Bunlara da “karîne-i akliyye, karîne-i örfiyye, kârîne-i hâliyye” adı verilir.
Mecazla hakikatin tanınıp ayırt edilmesi konusunda bazı ölçüler ortaya konulmuş olup başlıcaları şunlardır: Dili kullananların ve dil âlimlerinin beyanı esastır. Lafzın ilk akla gelen veya karînesiz anlaşılan anlamı hakikat, karîne ve aklî çıkarım yoluyla anlaşılabilen anlamı ise mecazdır. Hakikatin tekili, ikili, çoğulu, iştikak ve çekimi olur, mecazın olmaz. Hakikat anlamında kullanılan kelimenin çoğulu ile mecazisinin çoğulu farklı olabilir. Emr (buyruk: hakikat), çoğulu evâmir; emr (durum, iş: mecaz), çoğulu umûr; aḫ (kan kardeşi: hakikat), çoğulu ihve, aḫ (din kardeşi: mecaz), çoğulu ihvân gibi. Hakikat tekit edilir, mecaz edilmez, özellikle mecazda masdarla tekit yapılmaz. Bu sebeple, “Allah Mûsâ ile gerçekten konuştu” (وَكَلَّمَ اللهُ مُوسَى تَكْلِيمًا) meâlindeki âyette (en-Nisâ 4/164) yer alan konuşma fiili hakikattir. Buradaki söz konusu kelâmın mecaza yorulmasına masdar tekidi mânidir. Tekit hakikat-mecaz ayırımında en iyi belirleyicilerden biridir. Hakikatte kıyas geçerli, mecazda ise geçersizdir. Bu sebeple, “Köye sor” (Yûsuf 12/82) mecazına kıyasla sahibini kastederek meselâ, “Kilime sor” denemez. Bir kullanımda aklen imkânsız olana isnad varsa bu isnad mecazdır. Meselâ, “Rabbin geldi” ifadesi (el-Fecr 89/22) mecazdır, çünkü rabbe “gelme” eylemi isnad edilmiştir, halbuki zât-ı ilâhiyyenin beşerî ölçüler dahilinde gelmesi aklen imkânsızdır.
Bir düşüncenin hem hakikat hem mecazla anlatımının mümkün olması durumunda genelde hakikat konumundaki ifade kullanılır. Ancak telaffuz, vezin, kafiye, secî, edebî sanat yönlerinden ve maksadı anlatma bakımından üstünse mecazi ifadeye gidilir. Ayrıca üç yararı sebebiyle mecazi ifadelere yönelme olduğu ve onların hakikate tercih edildiği belirtilmiştir. Bunlar ittisâ‘ (anlam genişlemesi, kelime haznesinde artış), tekit ve teşbihtir (Süyûtî, I, 358-359).
Hakikat asıl, mecaz onun bir fer‘idir. Bu sebeple her mecazın bir hakikatinin bulunması zorunludur. Hakikat metbû, mecaz ona tâbi bir mâna, hakikat melzum, mecaz ona ekli bulunan (lâzım) bir anlamdır. Bu durum mecazı kinayeden ayıran en önemli noktalardan biridir.
Mecazların oluşumuyla ilgili olarak kabul görmüş teoriye göre, diller ister insanlar tarafından ister ilâhî bildirim neticesinde ortaya konulmuş olsun ilk önce nesne ve olaylar gerçek mânalarıyla ifadelendirilmiştir. Sonraki zamanlarda insanlar bazı nesne ve olaylarda üstün vasıflar gözlemiş, bunlarla kendilerine benzeyen, fakat daha zayıf niteliğe sahip bulunan diğerleri arasında ilgiler kurmuştur. Aynı şekilde somut varlıklara ait isim, fiil ve anlamlar soyutlarınkinden önce ortaya çıkıp iletişim alanında yerlerini almıştır. Çünkü duyu alanına giren varlıkların özellik ve nitelikleri hâfızada soyut olanlara göre daha belirgin ve güçlü bir yer tutar. İlerleyen zamanlarda insanlar somut varlıkların güçlü ve belirgin nitelikleriyle soyut varlıkların zayıf ve belirsiz nitelikleri arasında ilgiler kurup benzerlikler tesbit etmişlerdir. Böylece nesne ve olayların gerçek anlamlarının yanında mecazi mânaları teşekkül etmiştir. Artık “aslan” denilince bilinen yırtıcı hayvan anlamının yanında “korkusuz, cesur ve yiğit insan” anlamı, “ay” denilince parlak gök cisminin yanı sıra “parlak yüzlü kadın” anlamı oluşmuştur. Zamanla bu mecazi anlamların artmasına paralel olarak dillerin zenginleşmesinde mecaz en etkin rolü üstlenmiştir (Bekrî Şeyh Emîn, II, 71-75).
Belâgatla onun teşbih, mecaz, istiare gibi nevileri, insan aklının nesne ve olaylar arasında tesbit ettiği çeşitli semantik alâkaların ifadesi olduğundan evrenseldir, dil ve edebiyatların ortak ürünüdür. Aristo’nun belâgat ve hitabete dair eseri olan Retorik’inde mecazın en önemli türü olan istiare ile teşbih konusunda yorum ve tahlile dayalı ayrıntılı bilgiler yer almaktadır (s. 168-193). Sözü edilen eserin incelenmesinden Aristo’dan çok önce belâgat, teşbih, istiare ve mecaz gibi konuların bilinmekte olduğu anlaşılmaktadır (a.g.e., s. 173).
İslâm âleminde mecaz ve hakikat üslûplarının ilk farkedilişi Kur’an metnindeki mecazi ifadeler hakkında ve kelâm âlimleri arasında görülür. Mu‘tezile kelâmcıları, muhtelif âyetlerde yer alıp Allah’a yaratılmışlara özgü nitelikler nisbet eden ifadeleri mecazi yoruma tâbi tutmak suretiyle zât-ı ilâhiyyeyi bunlardan tenzih etmeye çalışmışlardır. Aklî mecaz üslûbuna ilk dikkat çeken âlim Hasan b. Muhammed b. Hanefiyye’dir (ö. 100/718 [?]). İbn Hanefiyye, er-Risâle fi’r-red ʿale’l-Ḳaderiyye adlı eserinde Kur’an’da Allah’a ait bir fiilin sebep alâkasıyla mahlûka isnat edildiğine işaret etmiş ve bunun aklî/isnadî bir mecaz üslûbu oluşturduğunu belirtmiştir (van Ess, s. 105, 108-109).
Tesbitlere göre mecaz üslûbunu ilk yorumlayan ve bu konuda terim ortaya koyan dil âlimi Sîbeveyhi’dir (ö. 180/796). Sîbeveyhi mecazi üslûplar için “el-ittisâ‘ fi’l-kelâm, el-îcâz ve’l-ihtisâr” terimlerini ortaya koymuş, mecaz üslûbunun ifadedeki temel fonksiyonunu açıkça belirtmiştir. Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, Meʿâni’l-Ḳurʾân’ında (III, 270-271) mecaz üslûbundaki ifadeler için “el-ittisâ‘ fi’l-luġa” ve “el-icâzet” terimlerini kullandığı gibi değişik alâkalarla oluşmuş aklî ve mürsel mecaz ifadelerini (I, 15; II, 15-16) ve istifham üslûbunun bazı mecazi anlamlarını (I, 23, 50, 202) doğru olarak yorumlamıştır. Mecâzü’l-Ḳurʾân adlı eseriyle mecaz terimini ilk kullanan kişinin Ebû Ubeyde Ma‘mer b. Müsennâ (ö. 209/824) olduğu kabul edilmekle birlikte kaynaklar onun çağdaşları Kutrub ve Ferrâ’nın da zamanımıza ulaşmayan Mecâzü’l-Ḳurʾân adlı eserlerinden söz eder. Ebû Ubeyde belâgat, anlam bilimi, lugat ve nahiv yönlerinden izah, tefsir ve te’vil edilmesine ihtiyaç duyulan her türlü tabir ve ifade tarzı için mecaz tabirini kullanmaktadır; bu bir bakıma te’vil ve tefsir karşılığıdır. O, hazif mecazı için “muhtasar mecaz” tabirini ortaya koymuş (Mecâzü’l-Ḳurʾân, I, 279) ve Kur’an’daki müşâkele örnekleri için mecazi te’viller yapmıştır.
Mecazı belâgat çerçevesinde ilk farkeden âlim Câhiz’dir. Câhiz mecazı, “dili konuşanların bir tevessüu olarak gerçek anlamı dışında kullanılan lafız” şeklinde anlamış ve teşbih, istiare gibi beyân ilmi nevilerini mecaz kapsamında görmüştür. İbn Kuteybe istiareyi “bir şeyi sebebi, mücâviri veya müşâkilinin adıyla isimlendirmek” şeklinde tanımlayarak mürsel mecazla karıştırdığı gibi bazı beliğ teşbih, aklî mecaz, müşâkele ve kinaye örneklerini de istiare saymıştır (Teʾvîlü müşkili’l-Ḳurʾân, s. 135, 146, 147, 149, 154-155). Mecazın karşıtı olarak “hakikat” ve “asl” terimlerini ilk defa kullanan Müberred’dir (el-Kâmil, I, 45).
Hakikatin tanımını ilk yapan ve hakikatle mecazı bir arada ilk zikreden müellif İbn Cinnî’dir (ö. 392/1002). İbn Cinnî, anlam derinliği, pekiştirme, benzetme ve abartı özellikleri sebebiyle mecaza yönelme olduğunu, karîne ve delilsiz mecaza gidilemeyeceğini, dilde mecazların varlığının en güçlü kanıtının onda tekit üslûbunun yaygın biçimde kullanılması olduğunu, zira tekit üslûbuna yanılma ve mecazi anlama yorma ihtimalini önlemek için başvurulduğunu ifade etmektedir. İbn Cinnî iyice düşünüldüğü takdirde, “Zeyd oturdu” gibi olağan sözlerin bile mecaz olduğunu, genelin anılarak özel bir oturma nevinin kastedildiğini belirtir. Ayrıca gerek Mu‘tezile’yi gerekse İbn Kuteybe’yi, mecazı edebî ve estetik bir üslûp tarzı değil Allah’ı yaratılmışlara özgü niteliklerden tenzih etme vasıtası olarak görmelerinden dolayı eleştirir (el-Ḫaṣâʾiṣ, II, 442, 447-448, 451).
İbn Reşîḳ el-Kayrevânî mecazı “bir şeye mücâvirinin veya sebebinin adını vermek” şeklinde tanımlayarak istiare ve mürsel mecaz ayırımında ilk adımı atmıştır. Sonraki belâgatçılar onun tanımındaki birinci şıkka istiare, ikincisine mürsel mecaz demişlerdir. Abdülkāhir el-Cürcânî mecaz, istiare, teşbih ve temsil konularına geniş yer ayırmış, ilk defa derin yorumlar ve tahliller getirmiş, lugavî ve aklî mecaz taksimini ilk defa o yapmış, birçok istiare türünü keşfetmiş, mecazda lafzın değil anlamın nakledildiğini savunmuştur. Cürcânî tasrihî-meknî, aslî-tebaî istiare türlerini kesin çizgilerle ayırdığı gibi mürsel mecaz tabirinin ortaya konulmasına da ön ayak olmuştur (Delâʾilü’l-iʿcâz, s. 288, 293-303; Esrârü’l-belâġa, II, 233-252). Ziyâeddin İbnü’l-Esîr mecazın karînesi hakkında ilk defa açık ve anlaşılır izahlar ortaya koymuştur. Tâceddin es-Sübkî aklî mecaza “mülâbese mecazı”, Süyûtî “terkipte mecaz” adlarını da vermişlerdir. Sekkâkî aklî mecazı istiâre-i mekniyye kapsamında görerek ona beyân ilminde yer vermiş, Kazvînî ise isnada dayalı mecaz olduğundan aklî mecazı “isnatla mecaz” adıyla isnat bahsinde ele almıştır. Kazvînî, “gündüzü sâim, gecesi kāim” gibi örneklerde teşbihin iki tarafının da zikredilmiş olduğuna dayanarak Sekkâkî’nin aklî mecazı istiâre-i mekniyyeden saymasını eleştirmiştir. Mecazın akıl değil lugat meselesi olduğunu ileri süren Yahyâ el-Alevî mecâz-ı aklîyi lugavî mecazın mürekkeb nevinden sayar.
Bir kelime veya terkibin lugat anlamının nakline dayanan mecaza “lugavî mecaz” denir. Bir eylemin ilgilisinden ilgisiz olana nakil ve isnat edilmesiyle oluşan mecaza da “aklî (isnadî) mecaz” adı verilir. Mecaz denince ilk akla gelen lugavî mecaz olup müfred ve mürekkeb olmak üzere ikiye ayrılır. Kelimenin aslî anlamından başka mânaya nakledilmesine dayalı müfred mecaz da istiare ve mürsel mecaz nevilerine ayrılır. Alâkası sadece benzeşme (müşâbehet) olan müfred mecaza istiare, alâkası değişik (serbest) olana da mürsel mecaz adı verilir. Abdülkāhir el-Cürcânî’nin bir ifadesinden esinlenerek mürsel mecaz terimini ilk ortaya koyan belâgatçının Sekkâkî olduğunu söylemek mümkündür. Kendisinden önceki müellifler onun çeşitli alâkalarını açıklamışlardır. Mürsel mecaz için otuzdan fazla alâka tesbit edilmiştir. Parçayı anıp bütünü kastetmek (cüz’iyyet) ve tersi (külliyyet), sebebi anıp müsebbebi kastetmek (sebebiyyet) ve tersi (müsebbebiyyet), bir yeri anıp içindekileri kastetmek (mahalliyyet) ve tersi (hâlliyyet), bir şeyi anıp onunla zıddını kastetmek (zıddıyyet), bir şeyle civarında olanı ifade etmek (mücâvere), bir şeye önceki durumunun (kevn-i sâbık) veya daha sonra alacağı durumun (kevn-i lâhiḳ) adını vermek, ibareye kelime katmak (ziyade mecazı) veya ibareden kelime düşürmek (hazif/noksan mecazı) gibi (bk. İSTİARE). Ayrıca bazı hazif îcâzları mecaz türünden sayılır. Her hazif mecaz kapsamına girmez. Hazif sebebiyle kelime gerçek anlamı dışında bir anlamda kullanılıyorsa bu tür hazif mecaz kapsamına girer.
Aklî mecaz, fiili veya fiilimsiyi bir ilgiyle söz sahibine göre gerçek olmayan fâiline isnat etmektir. Gerçek fâile yapılan isnat ise aklî hakikattir. Bu tür mecaza, özne-yüklem irtibatına dayalı olarak aklın tasarrufuyla oluştuğu için aklî mecaz adı verildiği gibi isnadî, hükmî, terkibî, nisbî mecaz, isnatta mecaz, mecazi isnat, ispatta mecaz, terkipte mecaz, cümlede mecaz, mülâbese mecazı gibi isimler de verilmiştir. Aklî mecazın en meşhur alâkaları şunlardır: 1. Zamâniyye: Fiili (fiilimsiyi) zamana isnat etme; 2. Mekâniyye: Mekâna isnat etme; 3. Sebebiyye: Sebebe isnat etme; 4. Fâiliyye: Meçhul fiili veya ism-i mef‘ûlü fâile isnat etme; 5. Mef‘ûliyye: Mâlûm fiili veya ism-i fâili mef‘ûle isnat etme; 6. Âliyye: Fiili aletine isnat etme; 7. Cinsiyye: Ferdin yaptığı fiili cinse, kavme isnat etme; 8. Masdariyye: Fiili fâiline değil masdarına isnat etme; 9. Mücâvere (musâhabe): Fiili gerçek fâiline değil onun yakınına isnat etme. Aklî mecaza bir düşünceyi abartıyla vurgulama, özlü anlatım, hayal ve tasvir zenginliği gibi amaçlar için başvurulur (Abdülkāhir el-Cürcânî, Delâʾilü’l-iʿcâz, s. 288).
İsnadın hakiki veya mecazi sayılmasında sözü söyleyenin inancı da belirleyici bir faktördür. “Doktor hastaya şifa verdi” cümlesini şifayı veren Allah olduğuna, doktorun buna sebep teşkil ettiğine inanan kimse söylerse mecazi isnat, böyle düşünmeyen biri söylerse hakiki isnat olur. “Bizi ancak zaman helâk etmekte” (el-Câsiye 45/24) âyetindeki isnat onu söyleyen dehriyye inancına uygun olduğundan hakiki, realiteye göre ise mecazidir. Kur’an’da ve özellikle akaidi ilgilendiren hadis metinlerinde mecaz ifadelerinin bulunup bulunmadığı hususu selef âlimleriyle kelâmcılar arasında tartışmalıdır (bk. MECÂZÜ’l-KUR’ÂN; MÜTEŞÂBİH).
BİBLİYOGRAFYA
Tehânevî, Keşşâf, I, 208-217, 330-334.
Eflâtun, Phaidros (trc. Hamdi Akverdi), İstanbul 1943, s. 93-109.
Aristotales, Retorik (trc. Mehmet H. Doğan), İstanbul 1995, s. 158, 168-193, 196.
Sîbeveyhi, el-Kitâb (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1977, I, 53, 98, 169; II, 11 vd.
Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ, Meʿâni’l-Ḳurʾân, Beyrut 1980, I, 15, 23, 50, 202; II, 15-16; III, 270-271.
Ma‘mer b. Müsennâ, Mecâzü’l-Ḳurʾân (nşr. Fuat Sezgin), Beyrut 1401/1981, I, 279; II, 96.
İbn Kuteybe, Teʾvîlü müşkili’l-Ḳurʾân (nşr. Seyyid Ahmed Sakr), Kahire 1393/1973, s. 135-155.
Müberred, el-Kâmil (nşr. M. Ebü’l-Fazl İbrâhim – Seyyid Şehhâte), Kahire 1376/1956, I, 45, 79, 118, 188; III, 1170.
İbn Cinnî, el-Ḫaṣâʾiṣ (nşr. M. Ali en-Neccâr), Beyrut, ts. (Dârü’l-kitâbi’l-Arabî), II, 442, 447-457.
Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ṣ-Ṣınâʿateyn (nşr. Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1984, s. 295-338.
Abdülkāhir el-Cürcânî, Delâʾilü’l-iʿcâz (nşr. Mahmûd M. Şâkir), Kahire 1384, s. 288, 293-303, 462.
a.mlf., Esrârü’l-belâġa (nşr. M. Abdülmün‘im Hafâcî), Kahire 1396/1976, II, 233-252.
Ebû Zeyd el-Kureşî, Cemhere (Hâşimî), I, 113, 139.
Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Miftâḥu’l-ʿulûm (nşr. Naîm Zerzûr), Beyrut 1403/1983, s. 358-402.
Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Mes̱elü’s-sâʾir (nşr. Ahmed el-Havfî – Bedevî Tabâne), Kahire, ts. (Dâru nehdati Mısr), I, 105-112; II, 284.
Şürûḥu’t-Telḫîṣ, Beyrut, ts. (Dârü’s-sürûr), IV, 2-20.
Abdülvâhid b. Abdülkerîm ez-Zemlekânî, el-Burhânü’l-kâşif ʿan iʿcâzi’l-Ḳurʾân, Bağdad 1394, s. 98.
Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâḥ fî ʿulûmi’l-belâġa (nşr. M. Abdülmün‘im Hafâcî), Kahire 1400/1980, s. 392-455.
Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eṭ-Ṭırâẓü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa, Beyrut 1402/1982, I, 46-63, 77-103.
Teftâzânî, el-Muṭavvel, İstanbul 1309, s. 348-349.
Zerkeşî, el-Burhân, II, 254-255.
Süyûtî, el-Müzhir fî ʿulûmi’l-luġa ve envâʿihâ (nşr. M. Ahmed Câdelmevlâ v.dğr.), Kahire, ts. (Dâru ihyâi’l-kütübi’l-Arabiyye), I, 355-368.
Brockelmann, GAL Suppl., II, 571.
Mustafa Sâdık er-Râfiî, Târîḫu âdâbi’l-ʿArab, Kahire 1954, I, 180.
J. van Ess, Anfänge Muslimischer Theologie, Beirut 1977, s. 105, 108-109.
Abdülazîm İbrâhim M. el-Mut‘inî, el-Mecâz fi’l-luġa ve fi’l-Ḳurʾâni’l-Kerîm, Kahire 1405/1985, tür.yer.
M. Bedrî Abdülcelîl, el-Mecâz ve es̱eruhû fi’d-dersi’l-luġavî, Beyrut 1406/1986, tür.yer.
Abdülfettâh Besyûnî, ʿİlmü’l-beyân, Kahire 1408/1987, s. 136-240.
Mahmûd Sa‘d, Mebâḥis̱ü’l-beyân ʿinde’l-uṣûliyyîn ve’l-belâġıyyîn, İskenderiye 1989, s. 35-110.
Bekrî Şeyh Emîn, el-Belâġatü’l-ʿArabiyye, Beyrut 1990, II, 71-75.
Hikmet Akdemir, “Kur’an-ı Kerim’de Mecazın Varlığı Problemi”, Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, IV, Şanlıurfa 1998, s. 59-90.
https://islamansiklopedisi.org.tr/mecaz#2-fikih
FIKIH. Belâgatın bir dalını teşkil eden ve bir anlamı değişik yollarla ifade etmenin usul ve kurallarından bahseden beyân ilminin konusu olmakla birlikte -nasların anlaşılması ve irade beyanlarının yorumundaki etkisi dolaysıyla- bazı fıkıh usulü eserlerinin lafız bölümlerinde de ele alınan mecaz, “bir karîne ve alâkaya binaen hakiki mânasının dışındaki bir anlamda kullanılan lafız” şeklinde tanımlanır (Şevkânî, s. 49). Fukaha metoduna göre kaleme alınan usul kitaplarında lafzın vazolunduğu mânada kullanılıp kullanılmadığına göre yapılan ayırım içerisinde incelenen mecaz, “lafzın vazedildiği mânada kullanılması” anlamına gelen “hakikat”in zıddı olduğu gibi yine aynı ayırım içinde yer alan, fakat başka bir açıdan yapılan sarih-kinaye nitelemesindeki kinayeden de farklıdır (bk. KİNAYE).
Fıkıh usulü müellifleri de Arap diliyle ilgili eserlerde olduğu gibi hakikat ve mecaz kelimelerinin sözlük ve terim anlamlarına, maksadın anlatılmasında -lafızların gerçek mânasında kullanılması asıl olmakla birlikte- bunları mecazi anlamda kullanmaya yönelten maddî (lafzî) ve mânevî sebepler bulunduğuna temas ederler; bir lafzın mecazi anlamda kullanıldığına hükmedebilmek için varlığı gereken karînelerden, mecazi anlama geçişi sağlayan alâka (münâsebe, ittisâl) çeşitlerinden, hakikat ve mecazı ayırt edici ölçülerden (yk.bk.) geniş biçimde söz ederler. Bu arada mecazi anlam taşıyan her kelimenin bir de hakiki anlamı bulunması gerektiği halde her hakikatin bir de mecazi mânasının bulunmasının zorunlu olmadığına dikkat çekerler (Cessâs, I, 46-50, 359-370; Şemsüleimme es-Serahsî, I, 170-187; Gazzâlî, I, 341-345; Alâeddin es-Semerkandî, s. 367-393; Şevkânî, s. 52-59). Bu terminolojinin nasların anlaşılması ve irade beyanlarının yorumundaki rolüne şunlar örnek gösterilebilir: Kur’ân-ı Kerîm’deki “boyun âzadı” ifadesinde (en-Nisâ 4/92) kölenin bir cüzü olan “boyun” (rakabe) kelimesi zikredilmiştir. Bununla gerçek anlamın kastedilmesinin mümkün olmadığı ve boyun ile köle arasında cüz’îlik-küllîlik ilişkisi bulunduğu dikkate alınarak bu ifadeyle köle âzadının kastedildiği sonucuna ulaşılır. Benzerlik dışında bir alâka söz konusu olduğu için bu bir mecâz-ı mürseldir. Buna karşılık beldenin savunmasında kahramanlık gösterip şehid düşen bir kimsenin çocukları lehine yapılan vasiyette o şehidden -isim verilmeden- “aslan” diye söz edilmişse kastedilen kişiyle aslanın hakiki anlamı arasında -cesaret açısından- benzerlik ilişkisi bulunduğu için bu bir istiaredir.
Mecazın hükmü konusunda usulcüler öncelikle, mümkün olduğu sürece sözün hakiki mânasına yorulması ve mecaza gidilmemesi gerektiğine ve hakikatle mecazın çatışması durumunda hakikat anlamının tercih edileceğine dikkat çekerler. Çünkü hakikat asıl, mecaz ise onun halefi ve fer‘i niteliğindedir. Buna karşılık sözün hakikat mânasında alınmasının imkânsız olması durumunda, “Kelâmın i‘mâli ihmalinden evlâdır” ve “Ma‘nâ-yı hakîkî müteazzir oldukta mecaza gidilir” kurallarında belirtildiği üzere (Mecelle, md. 60, 61) mecaz anlamına göre yorumlanması gerekir. Bu durumda mecazın aynen hakikatte olduğu gibi umumi veya hususi olması, hakiki anlamının buna dahil olup olmaması arasında fark yoktur. Meselâ bir kimse, “Filânın evine girmem” diye yemin ettiği zaman kural olarak bu ifadeye anılan kişinin mülk, icar veya âriyet yoluyla kullandığı bütün evlerinin ve yemin eden kişinin de yalınayak, ayakkabılı, yaya veya binitli şekilde her türlü girişinin dahil olduğu kabul edilir.
Eğer lafzın bir kullanılan hakiki, bir de bilinen mecazi anlamı bulunsa onun mutlak biçimde ifade edilmesi Ebû Hanîfe’ye göre sadece hakiki anlamını kapsar, mecaz anlamını içine almaz; Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan’a göre ise -mecazın umumu göz önüne alındığında- bu iki mânayı da kapsar. Meselâ bir kimsenin yaşça kendisinden büyük olan kölesi için, “Bu benim oğlumdur” demesi halinde Ebû Hanîfe’ye göre bu ifade hüküm açısından hakiki anlamına göre yorumlanır ve o kölenin hürriyetine kavuşturulduğu sonucuna ulaşılır. Zira Ebû Hanîfe’ye göre mecaz hükmün değil cümlenin ifade edilmesinde ve konuşulması sırasında hakikatin halefidir. Ebû Yûsuf ve Muhammed b. Hasan’a göre ise yukarıdaki cümlenin hakiki-sarih anlamının gerçekleşmesi aklen imkânsız olduğu için kölenin âzat edildiğine hükmedilmez (Pezdevî, II, 40, 83; Şemsüleimme es-Serahsî, I, 184-185).
Bir lafzın hakiki ve mecazi mânalarının birleştirilip birleştirilemeyeceği (cem‘) konusu fıkıh ve dil bilginlerince geniş bir şekilde tartışılmıştır. Arap dilcilerinin çoğunluğu ile Hanefî usulcüleri, Mu‘tezile’den bir grup ve bazı Şâfiî âlimleri, bir kelimenin aynı anda hem hakiki hem mecazi anlamında kullanılmasını iki zıt arasını birleştirmek gibi imkânsız bir iş olarak görmüşlerdir. Buna göre, “Aslanı gördüm” ifadesiyle aynı anda hem bilinen vahşi hayvanın hem de cesur insanın kastedilmesi mümkün değildir. Bazı Şâfiî ve Mu‘tezile âlimleri ise -birtakım durumları istisna etseler de- hakikatle mecazın cem‘ini câiz görmüşlerdir. Buna karşılık bir lafzın hakiki anlamını da bünyesinde barındıracak şekilde mecazi mânada kullanılmasının (umûmü’l-mecâz) câiz olduğu hususunda görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Meselâ Nisâ sûresinin 23. âyetinde “ümm” kelimesine mecazen “asıl” (kök) anlamı verilerek erkeğin usulünü teşkil eden kadınlarla evlenmesinin haram olduğu sonucuna ulaşılırken kelimenin hakiki anlamı olan “anne” de (kişiyi doğuran kadın) bunun kapsamına dahildir (Şemsüleimme es-Serahsî, I, 173-176; Şevkânî, s. 59).
Öte yandan özellikle bazı Şâfiî, Mâlikî ve Zâhirîler’in, “Kelâmda asıl olan hakikat olmaktır ve mecaz hakikate karşı koyamaz” ilkesinden hareketle mecazın zaruret sebebiyle başvurulan bir kullanım olduğunu ileri sürerek Kur’ân-ı Kerîm’de mecaz bulunmadığı sonucuna varmaları isabetli bir yaklaşım gibi görünmemektedir. Zira kelâmda asıl olan hakikat olmakla beraber mecaz da bir kelâm türüdür ve onun kullanımında herhangi bir zaruret yoktur. Ayrıca lafızların hakiki anlamlarını konuşmaya muktedir nice fasih ve beliğ kişiler zaruret ve ihtiyaç bulunmadığı halde mecazla konuşmuş, Kur’an dilinin en fasih dil olmasına ve Allah’ın her türlü acziyetten ve zorunluluktan münezzeh bulunmasına rağmen Kur’an’da da birçok mecazi ifade yer almıştır (konuyla ilgili tartışmalar için bk. Cessâs, I, 367; Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, I, 30-31; Bâcî, s. 187; Pezdevî, II, 41-43; Şemsüleimme es-Serahsî, I, 171-172; Şevkânî, s. 49-52).
BİBLİYOGRAFYA
Tehânevî, Keşşâf, I, 208-223.
Cessâs, el-Fuṣûl fi’l-uṣûl (nşr. Uceyl Câsim en-Neşemî), Küveyt 1414/1994, I, 46-50, 359-370.
Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, el-Muʿtemed, I, 16, 30-38.
Bâcî, İḥkâmü’l-fuṣûl fî aḥkâmi’l-uṣûl (nşr. Abdülmecîd Türkî), Beyrut 1407/1986, s. 187.
Ebû İshak eş-Şîrâzî, Şerḥu’l-Lümaʿ (nşr. Abdülmecîd Türkî), Beyrut 1408/1988, I, 170-175.
Pezdevî, Kenzü’l-vüṣûl, II, 40-51, 62, 83.
Şemsüleimme es-Serahsî, el-Uṣûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Haydarâbâd 1372 → Beyrut 1393/1973, I, 170-187.
Gazzâlî, el-Müstaṣfâ, I, 341-345.
Alâeddin es-Semerkandî, Mîzânü’l-uṣûl, s. 367-393.
Fahreddin er-Râzî, el-Maḥṣûl (nşr. Tâhâ Câbir Feyyâz el-Alvânî), Riyad 1399/1979, I/2, s. 462-467.
Sadrüşşerîa, et-Tavżîḥ, I, 69-97.
İbnü’l-Hümâm, et-Taḥrîr (İbn Emîru Hâc, et-Taḳrîr ve’t-taḥbîr içinde), Bulak 1316, II, 38.
İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-neẓâʾir (nşr. M. Mutî‘ el-Hâfız), Dımaşk 1403/1983, s. 150.
Şevkânî, İrşâdü’l-fuḥûl (nşr. Ebû Mus‘ab M. Saîd el-Bedrî), Beyrut 1412/1992, s. 48-59.
Mecelle, md. 60, 61.
Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlü, İstanbul 1971, s. 145-151.
Mahmûd Sa‘d, Mebâḥis̱ü’l-beyân ʿinde’l-uṣûliyyîn ve’l-belâġıyyîn, İskenderiye 1989, s. 45-96.
Ferhat Koca, İslam Hukuk Metodolojisinde Tahsis, İstanbul 1996, s. 79-81, 140.
W. Heinrichs, “On the Genesis of the Haqīqa-Majāz Dichotomy”, St.I, LIX (1984), s. 111-140.
a.mlf., “Contacts between Scriptural Hermeneutics and Literary Theory in Islam: The Case of Majāz”, Zeitschrift für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften, VII, Frankfurt am Main 1991-92, s. 253-284.
Hikmet Akdemir, “Kur’an-ı Kerim’de Mecazın Varlığı Problemi”, Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, IV, Şanlıurfa 1998, s. 59-90.
https://islamansiklopedisi.org.tr/mecaz#3-turk-edebiyati
TÜRK EDEBİYATI. Mecaz, Türk belâgatında kelimelerin mânalarına dayalı edebî sanatların en önemli ve yaygın olanıdır. Bu konuyla ilgili olarak kelimelerin anlam bakımından üç farklı özelliği vardır. 1. Asıl anlam. Bir kelimenin karşıladığı ilk kavramdır. Osmanlı belâgat kitaplarında buna “ma‘nâ-i hakîkî / ma‘nâ-i aslî” denilmiş, dil bilgisi terimleri Türkçeleştirildiğinde “öz anlam, temel anlam, düz anlam” gibi terimler kullanılmıştır. “Göz” kelimesinin organ adı olarak kullanılması kelimenin hakiki mânasındadır. “Su kaynağı, su menbaı” yerine kullanılması da böyledir. Lafzı aynı, mânası farklı bu tür kelimelere “lafz-ı müşterek / elfâz-ı müştereke” denilir (Ahmed Cevdet, s. 113). 2. Yan anlam. Kelimenin asıl anlamı dışında kullanım sırasında kazandığı ikinci derecedeki anlamıdır. Buna “ma‘nâ-i tâlî” denildiği gibi daha sonra “türeme anlam, üreme anlam, kullanış anlamı” gibi adlar da verilmiştir. Terazi kefesini kastederek “göz” denildiğinde kelimenin yan anlamı ifade edilmiş olur. 3. Mecazi anlam. Kelimenin asıl ve yan anlamlarının dışında ilişki ve benzerlik yoluyla başka bir kavramı ifade etmek üzere kazandığı anlamdır. Belâgatta bunun için “ma‘nâ-i mecâzî” yanında “mecazi mâna” denildiği gibi “iğreti anlam, imgesel anlam, değişmece anlamı, değişmeceli anlam” gibi Türkçeleştirilmiş ifadeler de kullanılmıştır (Topaloğlu, s. 31, 107, 157). “Gözü doymaz” veya “aç gözlü” deyimlerindeki “göz” mecazi anlamdadır.
Mecaz, kelimenin lafzı ile mânası arasındaki alâka üzerine kurulmuş edebî sanatların en çok rağbet edilenidir. Belâgatın, bir maksadı değişik yollarla anlatmanın usul ve kaidelerinden bahseden kolu olan beyân ilminde lafızla mâna arasındaki alâkanın niteliklerinden biri de kelimenin hakiki mânası dışında kalan anlamlarının delâlet ettiği mefhumlarla ilgilidir. “Delâlet-i akliyye” denilen lafız-mâna ilişkisinde hakikatten ayrılma söz konusu olduğu için mecazda esas olan anlaşılır bir müphemiyettir. Yani kelimenin hakiki mânası ile mecaz anlamı arasında bir taraftan bir ilginin, diğer taraftan gerçek mânasının anlaşılmasına “karîne-i mânia” denilen aklî bir engelin mevcudiyeti lâzımdır. Bu ise sözün gerçek anlamında kullanılmadığının delilidir. Bu delil bazan ibarenin içinde yer alır, ibarede bulunmadığı durumlarda ise sözün bağlamından (siyak ve sibak) anlaşılır veya hissedilir. Bu bakımdan mecaz, “arada bir karîne-i mânia bulunması şartıyla bir kelime veya ibarenin hakikatin dışında bir mânaya delâleti veya nakli” olarak tarif edilmiştir. Nitekim, “Onun otomobili uçuyor” cümlesindeki “uçmak” kelimesi, otomobilin uçması mümkün olmadığı için -burada delâlet-i akliyye ile bir karîne-i mânia bulunduğundan- gerçek anlamının dışında ve mecaz delâletiyle kullanılmıştır. “Gözü açık” deyiminin “becerikli”, “kulağı delik” tabirinin ise “olan bitenden haberdar” mânasına kullanılmasında da aynı özellikler vardır. Mecazlar söze güzellik, canlılık ve etkinlik katar; konuşanın ifade etmek istediğinin daha kuvvetle anlaşılmasına imkân tanır; muhatabın kavrayışını arttırdığı gibi ona estetik bir duygu ve heyecan verir.
Türkçe’de zengin kullanım alanı bulunan mecazın tarifi, tasnifi ve genel özelliklerine ait teorik bilgiler Arap belâgatından aktarılmıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısında belâgat konusunda Türkçe kitaplar yazılıncaya kadar bu husustaki bilgiler Arapça, Farsça eserlerden faydalanılarak daha çok Arapça örnekler üzerinde ve özellikle âyetlere dayanılarak işlenmiştir. Belâgat konularına bütün klasik kadrosuyla yer veren ilk Türkçe kitaplar olan Ahmed Hamdi’nin Belâgat-ı Lisân-ı Osmânî’si ile (İstanbul 1293) Ahmed Cevdet Paşa’nın Belâgat-ı Osmâniyye’sinde (İstanbul 1298) ve bunlardan önce aynı konuları kısmen ele alan çeşitli eserlerde bu klasik muhteva Türkçe olarak tekrarlanmış ve Türkçe örneklerin yanında yer yer âyet ve hadislere de uygulanmıştır. Bu uygulamanın Mecâmiu’l-edeb (İstanbul 1308) gibi sonraki eserlerde Arapça, Türkçe ve Farsça örneklerle daha da zenginleştirildiği, ayrıca âyet ve hadisler üzerinde sürdürüldüğü görülmektedir.
Tanzimat’tan sonra belâgat konusunda kaleme alınan ve iki farklı muhtevada gelişip düzenlenen eserlerden birinci grup eski belâgat anlayışını takip etmiş, ikinci grup, eski anlayışı göz ardı etmeden Batı retoriğinden de faydalanarak daha serbest bir şekilde konuları işleyip geliştirmiştir. Ahmed Cevdet Paşa birinci grubun, Recâizâde Mahmud Ekrem de ikinci grubun en önemli temsilcisi olmuştur. Bu sebeple Türk edebiyatında mecazı bu iki anlayış doğrultusunda ele almak gerekir.
Ahmed Cevdet Paşa, konuyu hakikat ve mecaz kavramlarına dair bir girişin ardından “Mecâz-ı Aklî” ve “Mecâz-ı Mürsel” başlıkları altında incelemiştir (Belâgat-ı Osmâniyye, s. 115-120). Bu yaklaşım tarzı, Türkçe belâgat kitaplarının en eskilerinden olan İsmâil Ankaravî’nin Miftâhu’l-belâga’sında da küçük farklılıklarla mevcuttur (s. 81-87). Mecazın aklî ve lugavî olarak ikiye ayrılması, lugavînin ise istiare ve mecâz-ı mürsel şeklinde taksimi genel bir yaklaşım tarzıdır. Ayrıca mecaz denildiğinde umumiyetle mecâz-ı mürselin anlaşılması gerektiği hususunda bir görüş birliği bulunmaktadır. Türkçe belâgat kitaplarında mecazların klasik anlayışa göre dört kısımda ele alındığı görülmektedir. Bunlar, kelime veya lafızların bir münasebetle sözlük mânası dışında kullanılmasından kaynaklanmışsa “lugavî”, bir fiil asıl fâilinden başkasına isnatla gerçekleştirilmişse “aklî”, “örfî” (bu da hâs ve âm olmak üzere iki kısımdır) ve “şer‘î” olarak adlandırılmıştır. “Toprak” kelimesinin “mezar” mânasında kullanılması lugavîye, bir hasreti ifade etmek maksadıyla, “Memleket toprağı gözümde tütüyor” ibaresinde örfîye, namaza delâlet eden “salât” kelimesiyle dua kastedildiği zaman şer‘îye, “Ağustos buğdayları iyice sararttı”; “Nehirler aktı”; “Bu çeşmeyi Sultan Ahmed yaptı” örneklerinde olduğu gibi zamana, mekâna, sebebe bağlanarak yapılanları ise aklî mecazlara örnektir. Bu anlayış, ayrıntıda bazı farklılıklar bulunsa da Ahmed Cevdet Paşa’nın etkisi altındaki yazarlarda biraz genişletilerek tekrarlanmıştır.
Mecazın klasik anlayışın dışında uzak-yakın her ilgiye açık olarak zihnî bir kavram oluşu, üslûpla alâkası vb. yönlerden geliştirilmesi ve başlı başına bir edebî hüviyet kazanması, Recâizâde Mahmud Ekrem’in muhtevası bakımından Türk belâgatında bir merhale sayılan Ta‘lîm-i Edebiyyât (ilk baskısı İstanbul 1296) adlı eseriyle olmuştur. Klasik bir belâgat kitabı olmamanın verdiği imkânla yazar mecaz bahsini, kitabın “Mâna yahut Fikir-Lafız yahut Üslûb” başlıklı ilk kısmının üçüncü faslı olan “Tezyînât-ı Üslûb-Envâ-ı Mecâz” bölümünde ele almıştır. Burada hakikat-mecaz kavramları üslûp meselesiyle birleştirilerek “üslûb-ı hakîkî-üslûb-ı mecâzî” konuları ele alınmış, bu vesileyle temas edilen mecaz konusu da “Mecâz-ı Tahayyülî” ve “Mecâz-ı Tebliğî” başlıkları altında yeni bir bakışla incelenmiştir. Recâizâde iyi kullanıldığında fikirlerin vuzuh ve kuvvetini, parlaklığını arttıran bir ifade tarzı olarak ele aldığı mecâz-ı tahayyülîyi istiare, istiâre-i temsîliyye, teşbih, mecâz-ı mürsel, ta‘riz ve kinaye, tevriye ve telmih, tezat ve mukabele, edeb-i kelâm, teşhis ve intak, müşâkele, îhâm ve mübalağa olarak sıralar; bunların mecazla yahut mecazi üslûpla alâkalarını izah ederek bu genişlikte ele alınması gerektiğini ileri sürer. Nitekim bunların ilk dördü klasik belâgat kitaplarında da mecaz bahsinde ele alınmıştır. Mecâz-ı tebliğînin ise üslûpta iltifat, istifham, nidâ, kat‘, terdîd, rücû‘, aks, tekrîr ve tedrîc sanatlarının kullanılmasıyla gerçekleşeceğini belirterek her birini ayrı ayrı açıklar (Ta‘lîm-i Edebiyyât, s. 216-324).
Ta‘lîm-i Edebiyyât’ın tesiri altında yazılan eserlerin konuyu ele alışlarında da bu genişlik görülmektedir. Nitekim Recâizâde’nin talebelerinden olan ve eserini ona ithaf eden Reşid Bey (Ahmed Reşid Rey), Mekteb-i Sultânî için ders kitabı olarak hazırladığı Nazariyyât-ı Edebiyye adlı eserini (İstanbul 1328) muhtevasına getirdiği birçok yenilikle klasik belâgat tasnifine göre hazırlamış, ancak mecaz bahsini meânî konuları içinde işlemiştir. Reşid Bey’in tariflerindeki dikkat çekici farklılık meânîyi, “üslûbun mânaya ait olarak belâgat dediğimiz ahval ve meziyyâtından bâhis olan kısım” şeklinde tarif etmesi olmuş, “Burada meânî kelimesine Arap’ın ilm-i meânîsiyle ilm-i beyânını, hatta bedîini cemeden bir vüs‘at-i ma‘nâ verilmiştir” kaydını düşmüş, mecazı “belâgatın usûl-i husûsiyyesi” içinde inceleyerek Recâizâde’den daha geniş bir çerçevede ele almıştır.
Türk edebiyatında mecaz başlı başına bir edebî unsur olmaktan çok mecâz-ı mürsel, istiare, teşbih, kinaye, teşhis ve intak gibi ona bağlı edebî sanatların ortaya çıkmasına yardımcı olmuş görünmektedir. Günümüzde ise bu sanatların divan edebiyatını anlama dışında yeni Türk edebiyatı için pek önemi olmadığı söylenebilir. Sadece birçok deyimin mecâz-ı mürsel esası üzerine kurulup kalıplaştığı görülmektedir.
BİBLİYOGRAFYA
İsmâil Rusûhî Ankaravî, Miftâhu’l-belâga ve misbâhu’l-fesâha, İstanbul 1284, s. 81-87.
Recâizâde Mahmud Ekrem, Ta‘lîm-i Edebiyyât, İstanbul 1299, I, 216-324.
Diyarbekirli Said Paşa, Mîzânü’l-edeb, İstanbul 1305, s. 145-273.
Ahmed Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, İstanbul 1298, s. 113, 115-120, 122-130.
Manastırlı Mehmed Rifat, Mecâmiu’l-edeb, İstanbul 1308, s. 246-256.
Ahmed Reşid [Rey], Nazariyyât-ı Edebiyye, İstanbul 1328, I, 174-291.
Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügatı, İstanbul 1973, s. 96.
Tunca Kortantamer, “Die Rhetorischen Elemente in der Klassischen Türkischen Literatur”, Die Islamische Welt Zwischen Mittelalter und Neuzeit: Festschrift für Hans Robert Roemer zum 65. Geburtstag (ed. U. Haarmann – P. Bachmann), Beirut 1979, s. 382.
M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri: Belâgat, Ankara 1980, s. 130-134, 168-174.
Ahmet Topaloğlu, Dil Bilgisi Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1989, s. 31, 107, 157.
İskender Pala, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, İstanbul 1999, s. 264.
M. A. Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat, İstanbul 2000, s. 89-97.