https://islamansiklopedisi.org.tr/sifaus-sail
XIV. yüzyılın ikinci yarısında, bir şeyhe bağlanmadan kitaplarla yetinerek tasavvuf hayatı yaşamanın mümkün olup olmadığı konusunda Endülüs âlimleri arasında bir tartışma çıkmış (Şifâʾü’s-sâʾil, s. 3-5), bunun üzerine İbrâhim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, Mağrib’in tanınmış âlimlerine birer mektup göndererek bu konudaki düşüncelerini sormuştu (bu soruya İbn Abbâd er-Rundî ile Ebü’l-Abbas el-Kabbâb’ın verdikleri cevaplar için bk. Şifâʾü’s-sâʾil, tekmile kısmı, s. 111-134). Söz konusu mesele kendisine sorulmadığı halde İbn Haldûn, 1372-1374 yıllarında konuyla ilgili olarak tam adı Şifâʾü’s-sâʾil li-tehẕîbi’l-mesâʾil olan bu eserini kaleme almıştır. Müellif, tasavvufun temelini teşkil eden kalple ilgili fiillerin bedenle ilgili fiillere nisbetle önemini vurguladıktan sonra tasavvufun ortaya çıkışı ve gelişimi hakkında kısa bilgiler verir. Ona göre bu meselenin doğru anlaşılabilmesi için ruh, nefis, akıl ve kalbin, bazan da rabbânî latife denilen şeyin ne olduğu, ruhun kendisine yaraşan kemali nasıl kazanacağı ve sayesinde kemale erdiği ilim ve irfana nasıl ulaşacağı, saadetin anlamı, dereceleri ve elde edilmesinin gerekliliği, keşfin neticesi olan mârifetin zevki ve bunun mertebeleri konusuna açıklık getirmek gerekir. Müşahede ve keşf ile mârifete eriştiğini kabul etmekle beraber Kuşeyrî’nin er-Risâle’sindeki, “Hak zuhur edince halk mahvolur” ifadesini nakledip bunun sakıncalarına işaret eden İbn Haldûn (Şifâʾü’s-sâʾil, s. 32), en mükemmel şekilde âhirette gerçekleşecek olan ilâhî tecelliyi (rü’yetullah) bu dünyada gerçekleştirmeye çabalamanın hem zor hem de mahzurlu olduğunu söyler.
İbn Haldûn tasavvufta imsak, riyâzet ve mücâhede gibi terimlerle ifade edilen nefis terbiyesinin üç türünden (takvâ mücâhedesi, istikamet mücâhedesi, keşf ve ıttılâ mücâhedesi) bahseder. Takvâ sahibi olabilmek için mücâhedenin farz olduğunu, ancak bunun için bir şeyhe bağlanmak gerekmediğini, bunun şart ve hükümlerinin kitaplardan yahut hocalardan öğrenilebileceğini belirtir. Ona göre istikamet sahibi olmak amacıyla yapılan mücâhede ve nefis terbiyesi takvâ için yapılan mücâhedenin daha ileri seviyesi ve daha mükemmel şeklidir. Maksat ahlâkta kemale erişmek için her hususta ölçüyü ve dengeyi korumak, Hz. Peygamber’i örnek alıp Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Mücâhede müminlere farz kılınmamakla birlikte faydalı ve lüzumludur, yapılması bir fazilettir. Bu mücâhede için bir şeyhe bağlanmak zaruri değilse bile son derece gereklidir. Çünkü sâlikin nefsindeki kötü huyları bilmesi ve bunları kendi kendine tedavi etmesi güçtür. İstikamet sahibi olmak için mücâhede yapmanın iki şartından biri riyâzet/çile, diğeri güçlü bir iradedir. Keşf ve ıttılâ maksadıyla mücâhedede ise asıl amaç sâlikin bedenle ilgili bütün niteliklerden ayrılması ve arınmasıdır. Bu mücâhede usul ve şartlarına uygun biçimde gerçekleştirilirse gayba ait bazı hususları keşf ve onlara ıttılâ mümkün olabilir; ölümden sonra görülecek şeylerin bir kısmı bu dünyada görülebilir. Fakat mücâhede yoluna girmek ne farz ne de fazilettir, aksine kerâhet derecesinde sakıncalıdır. Allah ve resulü bu mücâhedeyi emir ve tavsiye etmediği gibi bir tür ruhbanlık olan bu mücâhede konusunda uyarıda bulunulmuştur. İbn Haldûn, aslının Kur’an ve Sünnet’te olduğunu söylediği söz konusu mücâhedenin sadece nebî ve resuller için meşrû sayıldığını, zira onların bu mücâhedenin hakkını vermeye ve gereklerini yerine getirmeye doğuştan yetenekli bulunduklarını ifade eder. Bununla beraber bu yolu tutanların takvâ sahibi olup istikamet mücâhedesini usulüne uygun biçimde gerçekleştirmeleri, kâmil bir mürşide kayıtsız şartsız bağlanmaları, çile çekerek bütün kötü huylardan arınmaları, beden bakımından ölü, ruh bakımından diri olmaları, samimi ve güçlü bir iradeye sahip bulunmaları gerektiğini belirtmektedir (s. 39-43).
Şartlarına tamamıyla uymadan bu yolu tutmanın zındıklığa ve mülhidliğe sebep olacağını belirten İbn Haldûn bazı sûfîlerin keşf ile bilgi elde etme yoluna girdiklerini ve bunların iki yol izlediklerini söyler. Birincisi tecellî, mezâhir, esmâ ve hadarât ehlinin yolu olup garip bir felsefî yoldur. İbnü’l-Fârız, İbn Berrecân, Ebü’l-Kāsım İbn Kāsî, Ahmed b. Ali el-Bûnî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, İbn Sevdekîn gibi sûfîler bu yolu tutmuşlardır. Bunlar için varlığın ortaya çıkışı ve mertebeleri önemlidir. Genellikle vahdet-i vücûd terimiyle ifade edilen bu görüşü anlatmak amacıyla kullanılan terimler muğlak, kavramlar karmaşıktır. Bunların varlık hakkındaki görüşleri filozofların aynı konudaki görüşlerine benzer. İbn Haldûn’a göre ikinci yol öncekinden daha garip, anlaşılması daha zor, akıl çerçevesinde açıklanması daha güçtür. İbnü’d-Dahhâk ve İbn Seb‘în gibi mutasavvıflar mutlak vahdet denilen bu yolu tutmuşlar, harf ve sayılardaki sırlardan bahsetmişler, bunlarda bulunduğuna inandıkları tabiat üstü kuvvetlere dayanarak tabiatı etkilemenin imkânına inanmışlardır. Bu yolu tutanlardan Hallâc-ı Mansûr’un şeriat ehlinin fetvasıyla katledilmesinin gerekçesi onun kâfir olduğuna inanmalarıdır.
Muhammed b. Adülganî Hasan ve Ali Abdülvâhid Vâfî gibi müellifler eserlerinin bir listesini veren İbn Haldûn’un Şifâʾü’s-sâʾil’den bahsetmediğine, ayrıca İbnü’l-Hatîb gibi onun çağdaşı olan müelliflerin de bu eseri zikretmediklerine dikkat çekerek Şifâʾü’s-sâʾil’in Muḳaddime müellifi İbn Haldûn’a değil Haldûnoğulları’ndan Ebû Bekir Muhammed b. Haldûn’a ait olduğunu ileri sürmüşlerdir (Muḳaddime, neşredenin girişi, I, 152). Muhsin Mehdî, Abdurrahman Bedevî, Muhammed b. Tâvît et-Tancî ve Ignace Abdo Khalifé ise eserin Muḳaddime yazarı İbn Haldûn’a ait bulunduğu kanaatindedir. Bunlara göre Muḳaddime ile Şifâʾü’s-sâʾil’deki fikirler arasında görülen ve fazla önemli sayılmayan farklar İbn Haldûn’un meseleyi Şifâʾü’s-sâʾil’de bir müftü, Muḳaddime’de ise bir sosyal bilimci ve kültür tarihçisi gibi ele almış olmasından kaynaklanmaktadır.
Muhammed b. Tâvît et-Tancî’nin Şifâʾü’s-sâʾil neşrinin ek bölümüne koyduğu, İbn Haldûn’a aidiyeti kabul edilen bir fetvada (s. 110-111) biri ilk sûfîlere, diğeri sonraki mutasavvıflardan bazılarına ait olmak üzere tasavvufta iki yolun bulunduğundan, birinci yolun İslâm’a uygunluğundan, ikinci yolun ise bid‘atlarla dolu olduğundan bahsedilmekte, bu yolu tutan İbn Berrecân, İbn Seb‘în ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıfların kitaplarının küfre götürecek sözler içerdiği kaydedildikten sonra Fuṣûṣü’l-ḥikem ve el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye gibi eserlerin yakılarak veya suya atılarak yok edilmesi gerektiği belirtilmektedir. İbn Haldûn, Muḳaddime’nin “gaybı bilenler” ve “tasavvuf” bölümlerinde mutasavvıflar hakkında daha ılımlı ifadeler kullanmakla beraber son dönem mutasavvıflarının İsmâiliyye’nin etkisinde kaldıklarını ve kutub inancını onlardan aldıklarını özellikle vurgulamaktadır. Şifâʾü’s-sâʾil Muhammed b. Tâvît et-Tancî (İstanbul 1957-1958) ve Ignace Abdo Khalifé (Beyrut 1959) tarafından neşredilmiş, eseri Süleyman Uludağ Türkçe’ye tercüme etmiştir (İstanbul 1977, 1984). Yayımlandığı tarihten itibaren birçok tasavvuf tarihçisi ve âlimin dikkatini çeken eser tasavvufa eleştirel yaklaşımların vazgeçilmez kaynaklarındandır.
BİBLİYOGRAFYA
İbn Haldûn, Şifâʾü’s-sâʾil (nşr. Muhammed b. Tâvît et-Tancî), Ankara 1958, s. 3-5, 32, 39-43, ayrıca bk. tür.yer.; ayrıca bk. neşredenin eklediği tekmile kısmı, s. 110-134; ayrıca bk. neşredenin girişi; a.e. (nşr. Ignace Abdo Khalifé), Beyrut 1959, neşredenin girişi, s. 1-12.
a.mlf., İslâm Tasavvufunun Mahiyeti: Şifâü’s-sâil Tercümesi (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1977, tercüme edenin girişi, s. 19-76.
a.mlf., Muḳaddime (nşr. Ali Abdülvâhid Vâfî), Kahire 1951, neşredenin girişi, I, 152; a.e. (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 2004, tercüme edenin girişi, I, 61-65.
E. Chaumont, “La voie du soufisme selon Ibn Khaldoun, présentation et traduction du prologue et du premier chapitre du Shifa al Sāil”, Revue philosophique de Louvain, LXXXVII (1989), s. 264-273.
Semih Ceyhan, “İbn Haldûn’un Sûfîlere ve Tasavvufa Bakışı: Umranda Tasavvuf İlmi”, İslâm Araştırmaları Dergisi, sy. 15, İstanbul 2006, s. 52-79.