https://islamansiklopedisi.org.tr/el-muvafakat
Şâtıbî eserine önce et-Taʿrîf bi-esrâri’t-teklîf ismini vermiş, ancak hürmet ettiği bir âlimin rüyasında onu bir kitap telif etmiş olarak gördüğünü, elinde tuttuğu bu kitaba ne ad verdiğini sorunca kendisinden, İbnü’l-Kāsım ile İmam Ebû Hanîfe’nin mezheplerini uzlaştırdığı için Kitâbü’l-Muvâfaḳāt adını verdiği şeklinde bir cevap aldığını söylemesi üzerine eserinin adını değiştirmiştir (I, 10-11).
el-Muvâfaḳāt klasik bir usul kitabını andırmaz. Önsözden sonra beş ana bölümden oluşan eserin ilk bölümü “Mukaddimât”, ikinci bölüm “Ahkâm”, bir cilt hacmindeki üçüncü bölüm “Makāsıd”, dördüncü bölüm “Edille” ve beşinci bölüm “İctihad” başlığını taşır. İkinci bölümde teklifî ve vaz‘î hükümler incelenir, dördüncü bölümde şer‘î hükümlerin delillerine toplu bakış yapılır. Bu arada “Avârızu’l-edille” başlığı altında muhkem-müteşâbih, emir-nehiy, umum-husus gibi lafız ve yorum bahislerinin belli başlı kavramlarıyla nesih konusu ele alınır; daha sonra Kitap ve Sünnet delilleri geniş biçimde işlenir. Bu bölümün başında ayrı ayrı inceleneceği belirtilen dört delilden icmâ ve kıyasa yer verilmez. İctihad, fetva, istiftâ ve iktidâ kavramlarının etraflı şekilde ele alındığı beşinci bölüme eklenen tâli bölümde teâruz ve tercihle cedele yer verilir. Eserin en belirgin özelliği, müellifin makāsıd (hikmet-i teşrî, hükümlerin vazediliş amaçları) konusuna öncekilerde görülmeyen genişlikte yer ayırmış olmasıdır. Üçüncü bölümün tamamı buna tahsis edildiği gibi diğer bölümlerde incelenen meselelere de daha çok bu açıdan bakılmıştır.
Üçüncü bölüm önce şâriin maksatları ve mükellefin maksatları şeklinde iki kısma ayrılır. Şâriin maksatları da dört başlık altında ele alınır. 1. Şâriin şeriat koymadaki temel amacı. Bu, sonuçta kulların dünya ve âhiret mutluluğunu ifade eder. Bu amacın gerçekleşmesi için konan hükümlerin sağladığı yararlar zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât şeklinde bir tasnife tâbi tutulur (bk. MASLAHAT). 2. Hükümleri kavratma maksadı. Şâtıbî bu kısımda anlaşılabilirlik sorunu üzerinde durmuş, dinin ilk muhataplarının “ümmî-Arabî” olma özelliğine dikkat çekerek, Arabîliği dinin anlaşılmasının, ümmîliği de yükümlülüklerde en alt düzeyin esas alınması anlamında evrenselliğin bir gereği görmüştür. 3. Yükümlü kılma maksadı. Burada yükümlülüğün asgari şartı olan kudret ilkesi ve bununla yakından ilgili bulunan meşakkat kavramı incelenmiştir. 4. İnsanın yükümlülük altına sokulması maksadı. Müellif burada, mükellefin kendini sorumlu bir varlık olarak hissetmesi ve kendi iradesiyle şer‘î yükümlülükler altına girmesi amacıyla ilgili gördüğü bazı kavram ve meseleleri ele almaktadır. Mükellefin maksatlarına ayırdığı alt bölümde ise Şâtıbî, kulun bir fiili işlediği sıradaki niyetiyle şâriin o fiile bağladığı hükmün maksadının örtüşüp örtüşmediği ve her bir ihtimale göre ne gibi sonuçların doğacağı konularını ele alır.
Şâtıbî bu kitabı, ilim tâliplerinin taassuptan kurtularak İslâm’a bütüncül bakış yapabilmeleri, dinin bir düzen içinde her şeyi olması gereken yere koyduğunu görebilmeleri ve hayatın her alanını kucaklayan bir din anlayışı kazanabilmeleri amacıyla yazmış (I, 11-12), İslâm ilimlerini yeniden inşa etme değil daha çok mevcut olanı anlama ve koruma sâikiyle hareket etmiştir.
Bu ilmin içerdiği kuralların belirlenmesinde yöntem olarak tümevarımı (istikrâ) esas alan müellife göre fıkhın sağlam temeller üzerine kurulmuş olması için fıkıh usulünün kesin olması gerekir; bu da ancak aklî prensiplere ve şeriatın küllî esaslarına dayalı olmasıyla sağlanabilir. Şeriatın küllî esaslarını ortaya koymanın yolu ise büyük ölçüde istikrâ yöntemidir. Şer‘î-küllî esaslarda aranan katilik cüz’î naslarla elde edilemez. Çünkü bunlar delâlet bakımından çeşitli ihtimallere açık olur. Âhâd yolla nakledilen haberler söz konusu olduğunda bunların katilik ifade etmeyeceği açıktır. Teker teker cüz’î naslardan küllî esasların çıkarılması mümkün olmadığına göre ya vâcip, câiz ve muhal şeklindeki aklî mukaddimelere ya yine bu üç hükme ulaştıran âdî (normal şartlarda aynı şekilde tekerrür eden olaylardan gözlem veya deney yoluyla çıkarılmış) mukaddimelere ya da kati nitelikteki sem‘î (naklî) mukaddimelere dayanmak gerekecektir. Ancak ona göre bu ilimde aklî deliller naklî olanlardan bağımsız kullanılmaz. Çünkü yapılan iş şer‘î bir konuda düşünmek ve bir sonuca varmaktır. Akıl ise şâri‘ değildir. Usule mesnet teşkil edecek şer‘î deliller de şöyle sıralanabilir: En üst düzeyde delâleti kati olmak şartıyla lafzî mütevâtir, ardından mânevî mütevâtir, daha sonra şeriatın kaynaklarının istikrâsı neticesinde elde edilen küllî esaslar (I, 27-43). Şâtıbî’nin cüz’î naslardan küllî neticelere ulaşma yöntemiyle Hanefîler’in fürûdan hareketle usule ulaşma yöntemi (fukaha mesleği) arasında benzerlik bulunduğu söylenebilir.
Müellif cüz’îlerden hareketle küllîye ulaşılınca işin bitmeyeceği, aksine elde edilen küllîler ışığında cüz’îlerin yeniden değerlendirilmesi ve ilgili olduğu alanda delil olarak kullanılması gerektiği inancındadır. Şâtıbî, küllî esası göz ardı ederek cüz’îye yapışmak gibi cüz’îye aldırmaksızın küllî prensipten hareketle hükme ulaşmanın da yanlış olacağını belirtir ve ictihaddaki başarının sırrını bu dengenin kurulabilmesinde arar (I, 34-35; III, 173-175; V, 232). Böylece onun ictihad anlayışının iki aşamalı olduğu ortaya çıkmaktadır: Cüz’îlerden küllîlere ulaşma, sonra da bu küllî esaslar ışığında cüz’îleri değerlendirme.
Şâtıbî’nin her ilimde o alanda verilmiş ilk temel eserleri kaynak edinmenin gereği ve yararları üzerinde durduğu göz önüne alınırsa (I, 86-89) kendi eserinde yer alan bilgilerin bu ilkeye uygun olduğunu var saymak gerekir. Kitabındaki açıklamalar da onun kaynaklara vâkıf olduğunu, güvenilir nitelikte ve çok sayıda eserden istifade ettiğini göstermektedir. Bununla birlikte isim vererek alıntı yapması nâdirdir. En çok atıfta bulunduğu müellifler sırasıyla Gazzâlî, Fahreddin er-Râzî, İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Şehâbeddin el-Karâfî, İzzeddin İbn Abdüsselâm, Şâfiî, Bâcî, İbn Hazm, Mâverdî ve İbn Rüşd’dür. Hanbelî ve Hanefî kitaplarından nakilde bulunduğuna rastlanmamıştır (a.g.e., neşredenin girişi, I, 19-24). Hadis konusunda her ne kadar kendisi sahih ve hasen hadisleri kullanmış olduğunu ifade etmişse de zaman zaman zayıf, hatta mevzû sayılabilecek hadislere yer verdiği de olmuştur (a.g.e., neşredenin girişi, I, 76).
Müellif, eserinin türünde ilk olduğunun ve dolayısıyla hemen kabul görmeyeceğinin farkındadır. Nitekim önsözde bu açıdan doğabilecek şüpheleri ortadan kaldırmaya çalışmış ve bu ilmin temellerini aslında selef-i sâlihînin atmış olduğunu söyleyerek gelecek tepkileri azaltmayı hedeflemiştir (I, 13). Buna rağmen kendi zamanında iyi karşılanmamış, fâsık ve bid‘atçı olmakla itham edilmiş, kendisini savunmak için bid‘at kavramını tanımladığı el-İʿtiṣâm adlı kitabını yazmak durumunda kalmıştır. Yine de el-Muvâfaḳāt önemine rağmen asırlar boyu ilim âleminde hak ettiği yeri alamamıştır. Doğu dünyasında kitapların kaderinin insanların kaderine benzediğine ve birçok değerli insanın hiç kimse tarafından bilinmezken önemsiz kimselerin şöhrete kavuştuğuna dikkat çeken M. Abdullah Dirâz el-Muvâfaḳāt’ın kaderinin de aynı olduğunu iki sebebe bağlayarak ifade eder. Birincisi içeriğinin son derece yeni olması karşısında insanların tutuculuğu, ikincisi de Şâtıbî’nin üslûbu ve hitap ettiği düzeyin bir hayli yüksek olmasıdır (a.g.e., trc. Mehmet Erdoğan, I, 9). Bir diğer sebep de şu olabilir: Şâtıbî’nin telif esnasında Endülüs’te yaşadığı kriz ortamı İslâm dünyasının diğer bölgelerinde mevcut değildi. Batı medeniyeti karşısında yenik düşme kriziyle bu eserin yıldızının İslâm dünyasında birden parlamaya başlaması bu anlamda bir tesadüf olarak görülmemelidir.
Asırlar boyu keşfedilmeyi bekleyen el-Muvâfaḳāt, Muhammed Abduh’un telkinlerinin de etkisiyle ictihad ve yeniden yapılanma söylemlerinin arttığı bir zamanda tanınıp yayılmaya başlamış ve makāsıd konusunda tartışmasız temel kaynak kabul edilmiştir. Ancak makāsıd ve mesâlih gibi kavramlar kendisine atıfta bulunularak ölçüsüz biçimde kullanılır olmuş ya da onun hükümlere ulaşmada başvurduğu bir yöntemmiş gibi takdim edilmiştir. Halbuki Şâtıbî, makāsıd üzerinde önemle durmasına ve onu ictihad için gerekli iki temelden biri kabul etmesine rağmen hüküm elde etmede bir yöntem olarak görmemiştir (Muhammed Hâlid Mesud, İslâm Hukuk Teorisi, s. 282).
Şâtıbî ile ilgilenen son dönem yazar ve araştırmacıları onun makāsıd alanında bir çığır açtığında hemfikirdir. Sîbeveyhi nahivde, Halîl b. Ahmed aruzda nasıl çığır açmışlarsa Şâtıbî de makāsıd ilminde aynı şeyi yapmıştır. Bir anlamda Şâfiî’nin usulün literal kanadında yaptıklarıyla Şâtıbî’nin onun diğer kanadı olan makāsıdda yaptıkları arasında bir benzerlik kurulabilir (el-Muvâfaḳāt, neşredenin girişi, I, 25-26). M. Reşîd Rızâ, İbn Haldûn’un Muḳaddime’yle, Şâtıbî’nin de el-Muvâfaḳāt’la yepyeni iki ilmin temelini atmış olmalarına rağmen hak etmedikleri bir âkıbete mâruz kaldıkları kanaatindedir (a.g.e., neşredenin girişi, I, 29; Câbirî’nin benzer bir değerlendirmesi için bk. Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, s. 667).
Seyyid Bey’in “yenilikçi bir metotla yazılmış, zamanımız için çok önemli bahisleri içine alan bir kitap” şeklinde nitelediği el-Muvâfaḳāt (Usûl-i fıkıh, s. 60) Mûsâ Cârullah’a göre İslâmî literatür arasında gerçek anlamıyla usûl-i fıkıh olabilecek yegâne eser olup talebelere düşünce yeteneği, özgürlük ve ictihad ruhu aşılanması için mutlaka bu kitap okutulmalıdır (el-Muvâfaḳāt, trc. Mehmet Erdoğan, I, s. XXIII-XXIV). Muhammed Fâzıl İbn Âşûr el-Muvâfaḳāt’ı tek başına inşa edilmiş büyük bir piramide benzetir. İslâm’ın sonsuza kadar varlığını sürdürebilmesinin imkânını ortaya koyacak yol ve yöntemlere ilişkin bakışlara sahip bu kitabın yıldızının son iki asırda âni biçimde parlamasıyla İslâm âleminin uyanışının ve dinin hükümleriyle çağdaş hayatın gerekleri arasında uyum sağlama arayışları içine girmesinin eş zamanlı olmasına dikkat çeker ve onun artık dinle hayatın arasını bulmak, bu iki gerçekliği bir arada ve birbirine paralel götürebilmek için vazgeçilmez bir kaynak halini aldığını söyler (a.g.e., neşredenin girişi, I, 25). Fazlurrahman el-Muvâfaḳāt’ı bir hukuk felsefesi ve metodolojisi çalışması olarak değerlendirir (İslâm, s. 135, 145); onun katî-küllî esasların tesbiti için istikrâya dayanma yöntemini, iki yönlü bir hareketten ibaret olan kendi tefsir yönteminin ilk basamağını oluşturmada kullanır, ancak ikinci aşamada Şâtıbî’yi terkeder (Islam and Modernity, s. 20-21).
el-Muvâfaḳāt’ın diğer şer‘î ve aklî ilimlere atıflar ihtiva etmesi ele aldığı bazı konuların anlaşılmasını nisbeten zorlaştırmıştır. İçerik olarak yüksek bir düzeyi temsil etse de dil ve üslûp bakımından geneli itibariyle anlaşılabilir özelliktedir (el-Muvâfaḳāt, trc. Mehmet Erdoğan, I, 9). Bazı yazarların da belirttiği gibi el-Muvâfaḳāt, fıkıh usulünü cedelden arındırma ve dikkatleri asıl mâna ve maksada yöneltme amacı taşısa da eserde meselelerin birkaç cümle ile ortaya konmasından sonra muhtemel itirazlara ve bunlara verilebilecek cevaplara geniş yer ayrılması kendisinin de bir cedel kitabına benzemesine sebebiyet verir. Öte yandan çok miktarda ve lüzumsuz ara bilgiler içermesi konu bütünlüğünü bozar, her bir mesele için gereğinden fazla örnek verilmesi okuyucu açısından bıkkınlık doğurur (M. Tâhir İbn Âşûr, s. 8; Hammâdî el-Ubeydî, s. 112).
Eserin çeşitli neşirleri yapılmıştır (nşr. Ali eş-Şenûfî – Ahmed el-Vertânî – Sâlih Kâicî, I-IV, Tunus 1302; nşr. Mûsâ Cârullah, Kazan 1327; nşr. Muhammed Hıdır Hüseyin – Muhammed Haseneyn Mahlûf, I-IV, Kahire 1341; nşr. Abdullah Dirâz, I-IV, Kahire, ts., Beyrut 1991; nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd, I-IV, Kahire 1969-1970; nşr. Ebû Ubeyde Meşhûr b. Hasan Âlü Selmân, I-VI, Huber 1417/1997; nşr. Hâlid Abdülfettâh Şibl, I-IV, Beyrut 1999; nşr. Muhammed Abdülkadir el-Fâdılî, I-IV, Beyrut 2000, 2002; Sayda-Beyrut 1425/2004).
el-Muvâfaḳāt bazı âlimlerce manzum hale getirilmiş veya ihtisar edilmiştir (el-Muvâfaḳāt, neşredenin girişi, I, 32-36; Ahmed er-Reysûnî, s. 94). Bunlar arasında Muhammed Mustafa Mâülayneyn’in el-Mürâfıḳ ʿale’l-Muvâfıḳ (Fas 1324; nşr. Ebû Ubeyde Meşhûr b. Hasan Âlü Selmân, I-II, Demmâm 1425/2004), Muhammed Yahyâ el-Vülâtî eş-Şinkītî’nin Tavżîḥu’l-müşkilât fi’ḫtiṣâri’l-Muvâfaḳāt (nşr. Bâbâ Muhammed Abdullah, I-II, Riyad 1414/1993) ve Muhammed b. Hüseyin el-Cîzânî’nin Tehẕîbü’l-Muvâfaḳāt’ı (Demmâm 1421/2001) anılabilir. Günümüzde Şâtıbî hakkında yapılan çok sayıdaki araştırma ve yayın ağırlıklı olarak el-Muvâfaḳāt’a dayanmakta ve bu eser hakkında değerlendirmeler içermektedir. Eser Mehmet Erdoğan tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir (I-IV, İstanbul 1990-1993).
BİBLİYOGRAFYA
Şâtıbî, el-Muvâfaḳāt (nşr. Ebû Ubeyde Meşhûr b. Hasan Âlü Selmân), Huber 1417/1997, I, 10-13, 27-43, 86-89; III, 173-175; V, 232; ayrıca bk. neşredenin girişi, I, 5-85; a.e.: İslâmî İlimler Metodolojisi (trc. Mehmet Erdoğan), İstanbul 1990, Mûsâ Cârullah ile Abdullah Dirâz’ın değerlendirme ve tanıtımları, I, s. XVII-XXIV; I, 1-12.
M. Seyyid Bey, Usûl-i Fıkıh, İstanbul 1333, s. 60.
Fazlurrahman, İslâm (trc. Mehmet Dağ – Mehmet Aydın), Ankara 1981, s. 135, 145.
a.mlf., Islam and Modernity, London 1982, s. 20-21.
M. Tâhir İbn Âşûr, Maḳāṣıdü’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Tunus 1985, s. 8.
Hammâdî el-Ubeydî, eş-Şâṭıbî ve maḳāṣıdü’ş-şerîʿa, Beyrut 1412/1992.
Ahmed er-Reysûnî, Naẓariyyetü’l-maḳāṣıd ʿinde’l-İmâm eş-Şâṭıbî, Riyad 1412/1992.
Muhammed Hâlid Mesud, İslâm Hukuk Teorisi (trc. Muharrem Kılıç), İstanbul 1997, s. 282.
a.mlf., “Recent Studies of Shātibī’s al-Muwāfaqāt”, IS, XIV/1 (1975), s. 65-75.
M. Âbid el-Câbirî, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı: Arap-İslâm Kültüründeki Bilgi Sistemlerinin Eleştirel Bir Analizi (trc. Burhan Köroğlu v.dğr.), İstanbul 1999, s. 667.
Hakan Yücel, Şâtıbî’nin el-Muvâfakât’ında Kitap Delili (yüksek lisans tezi, 2002), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Ömer Yılmaz, Şâtıbî’nin el-Muvâfakât’ında Sünnet Delili (yüksek lisans tezi, 2002), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Ahmet Yaman, “İmam eş-Şâtıbî ve Bir İslâm Klasiği el-Muvâfakât: Türkçe’ye Tercümesi Münasebetiyle Geç Kalmış Bir Tanıtım”, SÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 7, Konya 1997, s. 399-409.
Yûnus Savâlihî, “el-İstiḳrâʾ fî menâhici’n-naẓari’l-İslâmî: Nemûẕec ‘el-Muvâfaḳāt’ li’l-İmâm eş-Şâṭıbî”, İslâmiyyetü’l-maʿrife, sy. 4, Selangor 1416/1996, s. 59-91.